Hatta Türk adının Müslüman kavramını karşılamak üzere kullanılması Avrupa’da daha yaygındır. Avrupa’da bir Hıristiyan Müslüman olduğu zaman kendisine “Türk oldu” denmiştir. Avrupalıya göre Türk demek Müslüman demektir.
Fatih’in oğlu Cem Sultan’ın emriyle Ebu’l Hayr Rumî tarafından derlenerek kitaplaştırılan Sarı Saltık menkıbelerinde yer alan birçok diyalog, Türk kavramının Müslümanlıkla özdeşleştirildiğini açıkça gösterir. Birkaç örnek: “Ol havada duran keşiş eyitti: ‘O Muhammed’dür kim Türklere peygamber gelmişdür, bize değüldür’ didi.”, “Ya Alyon! Sen ne gördün, Mesih dininden döndün, Türk oldun?”, “Samadıyya dönüp eyitti: ‘Bu da Türk’tür amma Arab dilince Ebu Eyyub-i Ensari dirler, Muhammed’i bu evine alup konuklamıştur. Sonra Yorgi zamanında gelürler bu hisara Türkler üşerler.” … Daha geniş bilgi için bkz. Şükrü Haluk Akalın, Ebu’l Hayr-ı Rûmî, Saltukname I, II, III, Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1990. (Dönmez, S. (tarihsiz) Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” İdeali ve Türk Devlet Felsefesi,www.academia.edu)
Miloseviç, Srebrenitsa’da Boşnakları katlettiğinde şunu söyledi: “Burada biz Türklerden Kosova’nın intikamını aldık.” Katlettiği insanlar ırk olarak Türk değildi, Boşnaktı. Türkçe belki bilmiyorlardı ama intikam Türklerden alınıyordu, çünkü Balkanlar’ın tarihinde bu bir simgesel ifadeydi” (Bice, 2013, https://hayatibice.net/?p=188).
Sadece Batılılar değil, Pakistanlılar da Türk'le Müslüman’ı bir görmüşlerdir. Nitekim Pakistanlı Prof. Dr. Hanif Fauk, “Urduca Yayınlarda Atatürk” adlı eserinde Türk ve Müslüman terimlerinin aynı anlamda kullanıldığını şöyle ifade ediyor:
“…Hint Müslümanları gerek ırk, gerekse kültür bakımından Türklerden bir hayli etkilenmişlerdir. Hint yarımadası Müslümanları Türk olarak tanımlanıyor ve Müslüman olmak, Türk olmak anlamına geliyordu. Tarihe bakılırsa Hint Yarımadasında Türk ve Müslüman kelimeleri eşit anlamlı sözcükler olarak kullanılmıştır" (Fauk, H. 1979, s.3).
Başta Ziya Gökalp olmak üzere Ülkücü aydınlar milleti ırkî bir kavram olarak ele almamışlardır. Bu konuda Z. Gökalp ‘Türkçülüğün Esasları’ adlı eserinde şöyle der:
“Millet, ne ırkı, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Gerçekten de bir adam, kanca müşterek olduğu insanlardan ziyâde, dilde ve dînde müşterek olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan geliyor, mânevî meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki; “Benim hakîkî babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddî varlığımın, ikincisi mânevi varlığımın meydana gelmesine sebep olmuştur”. İnsan için, mânevi varlık, maddî varlıktan önce gelir. Bu bakımdan, milliyette şeçere (soy kütüğü) aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Çünkü mefkûre, bir vecid (coşku) kaynağı olduğu içindir ki aranır. Hâlbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecid veremez. Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi, ruhumuzu vecidlere boğarak mes’ut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki, insan, terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki zihnen kendisini bağlı zannettiği bir cemiyet uğrana ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülâsa insan, terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa, bedbaht olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik netice şudur: Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Husûsiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifâ etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi, atlarda şecere aramak lâzımdır; çünkü bütün meziyetleri içgüdüye dayandığı ve bunlar irsî olduğu için, hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal vasıflara hiç bir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutacak olursak, memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu fedâ etmek gerekecektir. Bu hâl doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdî Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çâre yoktur. (Gökalp,1996, s. 26-28.)
Türk köylüsünün milleti “Dili dilime dini dinime uyan” şeklinde tarif ettiğine dikkat çeken Ziya Gökalp, İslam dinini, Türk milliyetinin temel unsuru sayıyordu. Gerçekten, dinimizle milliyetimiz birbirinden ayrılmaz değerlerdir. Milliyetçi –Ülkücü aydınlarımız Türklükle İslâmiyeti etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz değerler olarak görmüşlerdir. Gerçekten İslam dini milli kimliğimizin ve milli kültürümüzün yaşatılmasında ve gelişmesinde büyük hizmet görmüştür. Müslüman olmayan Türk boylarının Avarlar, Uzlar, Peçenekler, Kumanlar, Macarlar ve Bulgarların çoğunluğunun nasıl eriyerek Türklüklerini yitirdiklerine tarih şahittir. Bugünde başta Batı kültürünün ve yabancı kültürlerin tesirleri altında kalan Türk gençliğinde de aynı tehlike söz konusudur. Türk genci iyi bir dini eğitim ve terbiye almamışsa, dini inancı zayıfsa erimeğe mahkûmdur. Bu günkü şartlarda İslamiyet olmadan Türklüğümüzü de devam ettirmemiz mümkün görünmemektedir. Türk gençliğini İslâmi bir terbiyenin yanında, tarihini iyi bilen, Türk dilini iyi konuşan ve anlayan, Türk töresini, Türk örf ve adetlerini benimseyen, koruyan, yaşayan ve yaşatan, okuyan, bilgi ve teknoloji üreten nesliler olarak yetiştirmek zorundayız. Kaşgarlı Mahmud’un da deyişiyle Türkler sanki İslama hizmet için yaratılmış bir millettir. Diğer İslam milletlerinin de bu gerçeği iyi bellemeleri gereklidir.
Bunun yanında Türk milletinin içerisinde küçük bir azınlıkta olsa Müslüman olmayan ve kendilerini Türk olarak bilen soydaşlarımız vardır. Bizim onlara Müslüman olmadıkları için “Siz Türk değilsiniz veya siz Türk olamazsınız” deme gibi bir hakkımız da yoktur. Hıristiyan bir Arap, Hıristiyan olduğu için Araplıktan çıkmadığına göre, Müslüman olmayan bir Türk’te kendini Türk bildiği müddetçe Türklükten çıkarılamaz. Bize düşen onları İslam dini ile buluşturmak ve kendi rızaları ile İslamlaşmalarına yardımcı olmaktır.
